31 Aralık 2010 Cuma

Karaoke

Hayalleri gerçekleştirme senesi, bitme.
Son gün yok, bugün var neyse ki. Bugün, sonsuzlukta gibiyim.
Onunla, arkadaşlarımla, kalbimle burada.
Zaman, durabilirsin artık.

Son

Bu sene, buraya yazmak için bilgisayarın başına son oturuşum. Aslında belki de bunları yazıyor olmaktansa konuk karşılama telaşına düşmeliyim. Malum, bu ilk "davet"i bu evin.


Gelen telefonla evden fırlamışken rastladığım "one of the pair". Tesadüfler peşimi senenin son gününde de bırakmayacak belli ki. "Bir de baktım ne göreyim, "one of the pair" was there." Mutlu musun "one of the pair"? :)


Evet, konuklarımla otururken yazıyorum bunu. Çok kötü bir ev sahibiyim, çok! Ama "ertelemeden"e uyuyorum ve şu sıralar şansım yaver gidiyor sayesinde. Aslında en başında bilgisayarın başına oturma nedenim bu sabah bir taksiciyle konuştuklarımdı. Ne kadar farklı geçmişlerle, ne kadar farklı bir geleceğe koştuğumuz gerçeğini yeniden görmemi sağladı bu kısa sohbet. Diyordu ki: "Milli piyango bana çıksa ne olur, hayatımda hiçbir şey değiştirmez. Çalışmayıp da ne yapacağım ki.. İşini büyütmeye kalkarsın, "filo" kurarsın diyenler var. Yok be abi, ne filosu kuracağım? Ben neyi biliyorsam onu yaparım. He belki, yazın bir ay ortadan kaybolurdum, başımı dinlerdim o ayrı.." Çıkmayacakmış evden de, "saat on bir oldu mu uyurum" diyor. Elbette ki inanmıyormuş yeni yıla ne yaparken giriyorsa gelecek bütün sene onu yapacağına.


Gülümsüyorum. Bu konuşmayı hatırladıkça, şurada koltukta oturan arkadaşlarıma göz attıkça. İçimde iyi bir his var, neye karşı bilmesem de.


Biraz da iyi bir ev sahibini oynama zamanı.


İyi seneler!

29 Aralık 2010 Çarşamba

Hotel California

Geçmiş olmasa gücümüzü nereden alacağız?

Sabahattin Ali, Kırlangıçlar'ı yazarken neler geçiriyordu kim bilir aklından... O kime tutunuyordu farkında olmadan? Belki de öylesine bir farkındalıktı ki bu o yüzden hiç süslü değil dili. O kadar doğal ki, yaprak sizin gözünüzün önünde düşüyor sanki. (Bu saptamanın ardından, "Öyleyse, American Beauty'deki poşet sahnesinde ne çok dillendirilmeyen sözcük var!" demeden geçemem şimdi. Dakikalarca, bir türlü uzaklaşamadığı eksenin etrafında tekrar tekrar dönen poşetin zavallılığı, izlendiğinde hayranlık bırakıyorsa içimizde nedensizce, duymadığımız ama hissettiğimiz söylenenler sayesinde. Bir de, görmezden geldiğimizi gözümüze soktuğu gerçeği var tabii -poşetin uçuşundan daha önce kaçımız etkilenmiştir ki?-, Sabahattin Ali'nin sadeliği gibi. Okurunun aklını değil yüreğini zorluyor o, üstünde düşüneceğin yan yana dizilmiş kelimeler olsun istemiyor.) O kadar gerçek ki Kırlangıçlar, havadan sudan konuşan bir anda siz oluveriyorsunuz. O kadar paralel ki siz de "buvv" diye esen soğuk rüzgar yüzünden bir kırlangıcı "geçmiş" diye anıyorsunuz. İlkbaharı, yazı düşününce bir tebessüm beliriyor yüzünüzde. Kırlangıçlar, diyorsunuz; "en azından böyle bir yaz geçirdiler, onlar bu farklılığı ta içlerinde hissettiler." Hangisinin duygularının daha yoğun olduğu arayışına girmiyorsunuz; çünkü bu beraberlikte kalpler var hırs yerine. O kadar saf ki, kirli hayatlarımızda böylesini yaşamanın yalnızca azmi, umut veriyor bize. Öykünün sonunu biraz devam ettirecek olsak -hazır cevaba çok alıştırıldık, bizim suçumuz değil sonumuzu bir yerlerde aramak- ikisi de gerçekten olgunca mutlu mu? Hiç mi duracak kadar atmıyor kalpleri o günleri düşününce, uçarken bir boşluğun kendilerini yuttuğunu görüyorlar mı gözlerini kapattıkları bir anda? Gerçekten bitiyor mu "Ayrıldılar." dendiğinde? Bunu sorgulamadan edemiyorum ben bu öykünün ardından, cevabımı alamıyorum, alamayacağım yaşamadan. İçimizde abarttığımız her şey Sabahattin Ali'nin kalemi kadar düz olabilir belki; ama insanoğlu kendine uğraş arıyor. Kusura bakma üstad, bizim buralar sisli, buğulu. Netliği aramayalı öyle çok oldu...

27 Aralık 2010 Pazartesi

Uyuyacakken

"Siz aşık olursunuz, biri o aşka denk gelir."
-- Deniz Türkali

26 Aralık 2010 Pazar

His

Bugüne uyanmak yazıya uyanmaktı. Rüyadan kalma üç beş sözcüğün tarih olmasını engellemekle başlayıp günlerdir bitirilemeyen bir kitabın son birkaç sayfasında yol alındı. Yaratıcısı belirsiz resmin altına düşülmüş bir notta sonsuz umut hissedildi durağa varmadan, gökyüzü hatırlandı. Toparlanıp sarı sayfalıya gitti kurşun kalem tutan el, en son bilgisayarın başında soluklandı. Yolculuk devam ediyor satırlarda, satır aralarında. Susamışlık var, yazıyla kapanacak gözler var sırada.

24 Aralık 2010 Cuma

Uyan

Ya istemiyorsam uyanmak? Çok güzelse her şey. Sevinç yazılmak değil yaşanmak içinse sadece, en güzel şarkıda video çekmek anı kaçırma korkusuna neden oluyorsa; ne yapmalıyım? Önce sorumluluklarımı yerine getirip, birlikteyken güvende hissettiğim üç arkadaşımı alıp henüz keşfedilmiş bir sesin konserine gidebilirim. Ardından, azı dışımdan  -çoğu içimden- binlerce teşekkür edebilirim. Bir hediye gibi iniyor gökten mutluluk. Gözümü kötüye kapatmaktan çok, kalbimi sevgiye açmak sanırım bu. "Anlamak çözmeye yetmez." Bunu bildikten sonra adımlarım daha mı sağlam, ne?

En tatlı yorgunluk bu. Oradayken, bunların hiçbirini unutmayacağım, dedim, yazmadıkça unutulmasınlar diye; ama bu hafızada kalabilen tek şey "küçük kadın"daki enerjiydi. Ellerini sözcükler gibi kullanmasıydı. Kızıl küt saçlarıyla kimi zaman oynamasıydı. Patlayan flaştı. Janis Joplin'di. Rose'du. "Uzun bedenli adam"dı. Belki gerçekten her şey yalnızca tesadüftü.

Gelmişlerdi. Avuçlarındaki kolonyayla kalbimi suladılar. Anormal bir çarpıntı aldı başını gitti. Barbur'la gittiler yani.

Seni seviyorum. Seni özlüyorum. Böyle tuzlu fıstıklı bir itiraf, tanınmayan kişiye.

Sensiz olur mu olmaz mı bilmiyorum da, ben durmam durulmam, zor senle yorulmam. Bencillik değil, bugün "düşünmeden" dinleyebildiğim şarkıların hatrına.

Ayrı düşmesek yan yana. Hiç; kimseyle, bir zaman. Hele sendeki "e"ler kontrolsüz bir hızla sarmalarken içimi.

Bütün samimiyetimle, merhaba!

En Güzel Yeni

Bir tesadüfün öyküsünün bittiği yerde başlar bir diğerininki.

"Anlamak çözmeye yetmez"
Bazen aynı şarkıyı başka bir sesten duyunca "sen" bile eriyiverir benlikte hiç olmadığı gibi.

"Gel beni kurtar, düştüğümü görmeden"
Neden inkar? Ne diliyoruz derinlerde diye bir baksak, bu sadece düşlerde dile gelmiş haykırıştan başka ne görülebilir ki?

Dağınıklıktan da olabilir yorgunluktan da.. Varsın "düşünmek bile zor" olsun, zaman tütsün üstünde. Sisin ardında ne var kimse bilmiyor.

"Gidersen bana da bir dengini yolla"

Ama iyisi mi... Kal.

Bu güzel gece, bir tesadüfün eseri.
Yazalım ki tarih olmasın! :)

22 Aralık 2010 Çarşamba

Ertelemeden

...
-Şiir o kadar güzel ki yazmak gelmiyor içimden.
-Cidden güzel; ama yazalım artık. Ben de şu sıra pek yazmıyorum. Güzel şiir keşfetmeyi bekliyorum. Yeniden Cemal Süreya'ya dönmeyeyim şimdi.
-Off ben de yaa! Daha özel şeyler yazmak istiyorum, günlüğüme falan. Yarınki konserin ardından yazarız ikimiz de. Hatta ikimiz de yazalım, birbirimizinkini okumadan, bakalım neler çıkacak ortaya :)
-Eveet! Ben de konseri bekliyorum bakalım.. Günlüğe yazıyorum ben ama.
-Ben yazamıyorum sadece planlıyorum yazmayı. Erteliyorum sürekli, nereye kadar..
-Benimki de aslında çok dolduğumdan ihtiyaç gibi bir şeydi bir süre. Hep öyle oldu, önce kafam sürekli karışık olduğu için, son zamanlarda da hesaplaşmalar yaptığım için. Şimdilik yavaş yavaş, az az yazıyorum. Sen de başla :)
-Şu an çok mutluyum aslında, yazsam, bu günler geleceğe kalsa; ama 'yarına inanmak' istemiyorum. Bu an unutulacaklar arasına, varsın katılsın. Yaşadıktan sonra!
- 'Mutluluğu yazamamak' işte. Mutluluk anlatılmazmış, yaşanırmış sadece. Uzun zamandır bunu hissediyordum. Artık yazacağım. Mutsuz olduğum için değil de, mutluyken görmezden geldiğim derinliğe şimdi ihtiyaç duymaya başladığımdan..
-Tekrar yemek yemeye başlamanın heyecanı, sevinci. Anneanne yemeklerinin mucizevi gücü mesela. Yazılması gerek aslında, ertelenmeden.
....

19 Aralık 2010 Pazar

Yalnız Bir Çingene

her şeyi bir hikayeymiş gibi anlatıyor
dünyayı artık yaşarken değil anlatırken seviyordu
yalnızlık da istenilen bir şeydi aşkta üstelik
yalnızdı işte bir şeyler tasvir edecekti
neyi tasvir edecekti dünya uzaktı
sevgilisiyle aylardır görüşmüyorlardı
kimse sevgilerini bilmiyordu

"artık güzel bir şey söyleyebilir miyim?"

sonbahar yaprakları topluyor
kalın bir kitabın içinde kurutuyordu
sarı yapraklar iyice kuruyuncaya dek kitabı okumuyordu
üstelik yalnızdı sevgilisi çok uzaklardaydı
müzik de duygudaş bir sanattı üstelik
her yer sarıydı her yer kırmızıydı
her yer yapraklarla örtülüydü
yer görünmüyordu gerçekler örtülmüştü
dünya gerçek değildi
kendisi de gerçek değildi, kimse onu tanımıyordu
bir bu kentin mekanı kalmıştı gerçek
insanlar yoktu da kuramlar mı vardı
kimse dünyaya inanmıyordu
güneyli bir çingene ölüyor
yerini bir kuzeyli alıyordu

"hala güzel bir şey söyleyebilir miyim sahiden?"

dünya kendisini yapraklarla örtüyordu
sarı bir sokakta bir sonbahar tünelinde
-akdeniz'in tanımadığı bir güzellikti-
yerden bir yaprak kaldırıp altında dünyayı arıyordu
bir köşe lambasını yakıyor oturuyordu
işığın dar dünyasında kendine ait bir mekan
kendine ait bir hayat
kendine ait bir bilgelik buluyordu
dünyayı kaldırdığı yaprağın altında seviyordu

"söyleyemem, nasıl söylerim artık güzel bir şeyi"

kimse yalnızlığını bozmuyordu
bir sonbahar yaşanıyordu
o bu sonbaharın sahibiydi
sevgilisi çok uzaklardaydı üstelik
üstelik onu çok seviyordu
evine dönüyor, bir köşe lambasını yakıyordu
kurumuş yapraklara bakıyordu
ışığın kendine ait odasında o kalın kitabı okuyordu
dünyayı deli gibi anlamak anlamak istiyordu

Ahmet Güntan


Bu yağmur güzel yağmur, akıp gitsin diye kurmaca dertlerim. Böyle şeylere kafa yormayan sen için de balıkçılara imrenilen bir pazar öğleden sonrasının dekoru. Sözlerdekini ve kuramdakini daha çok seviyoruz belli, bu dünya hiç bize göre değil. Her şeyi "rüya" boyutunda bırakabilmek de sanıldığı kadar korkak işi değil diyelim biz yine de inatla, inançla. Beni söyleyebileceğim daha güzel şeyler olduğuna ikna etmeye çalışmadan ikna eden Müge, iyi ki varsın..

Mephisto

Martılar ki


Günlerdir körköstebek nefsimle öyle hırlı
Ve öylesine harlı ki
esrik nefesim
Bir kibrit tutsam parlayacak.
Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış
Boğazın iki yakasından


Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi
Gelişi güzel mi güzel bir ocak
Suların ortasında sevgili öfkemle benim
Yanacak bahar erişinceye değin
Soğuktan morarmış kanatlarını
ısıtsın diye martılar


Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin
 
 
 
CAN YÜCEL

16 Aralık 2010 Perşembe

Yok

Neyi yazacağım? Olsa olsa, olmayanı sesinde.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Bi' Halley

Aralık. Ne şimdi bu double-meaning?

Happily Ever After

Alice: I don't love you anymore.
Dan: Since when?
Alice: Now. Just now. I don't wanna lie, I can't tell the truth, so.. it's over.
Dan: It doesn't matter. I love you. None of it matters.
Alice: Too late. I don't love you anymore.

12 Aralık 2010 Pazar

Bulut

"Liliana made me tea with lemon. I’d been coughing all night and she said it would help. I remember those stupid things. Can you see? Then I start having doubts and I don’t remember if it was lemon or honey in the tea. And I don’t know if it’s memory or a memory of a memory I’m left with."

Sabit

“hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün”

Hayat dokunup geçiyor zamana. Çalmadan,eklemeden. Yaşanmışlık yaşanmamışlık bile belirsiz aşıma uğradıktan sonra. O küçücük zaman dilimi, “an” dolduruyor anlamdaki boşluğu. Göze almaya sebep o, sırt çevirmeye sebep o. Hayatı doldurana verilen ad bile zamandan koparılmış. Üstün ve mutlak.

Beklemek güç de olsa, bir kez son bulduğunda sonrasındaki hüzün unutuşa.

Bir değişmezlik varsa zamandan kendini sıyırıp yoluna devam edebilen, hüzün yalnızca.

Elde kalan, zamanla..

Confession

She's the kind of girl you want so much it makes you sorry


At first she's impressive, looks like she touches your heart. She feels it, don't worry, but she has her own -as secret you're not allow to own.


Still you don't regret a single day


Sure? Don't be so sure, then. You will regret it soon because she's not a product of your imagination, she's just too. too. too. ordinary. Yes, she is.


She will turn to me and start to cry


This is the gun she uses or maybe your eyes reduce her to tears. Wanna go?


She promises the earth to me and I believe her after all this time I don't know why


She's such a liar. Makes you count on, and here she cries, then there she goes. This pattern has taken its shape gradually, unconsciously. I thought you were smart, pity of me.


She's the kind of girl who puts you down when friends are there, you feel a fool


Fool, I wouldn't call it that way. Different, maybe. Now, take a trip to her childhood if you'd dare. Ignore both her head and heartaches. See the first steps? Those are what she accepts as the best.


When you say she's looking good, she acts as if she understood, she's cool.


In her self-centered, uncontrolled life, she can not understand you nor she ever believes she looks good. What about you? Here's her fatal irony.


She wasn't told but taught that pain would lead to pleasure. Therefore, she writes. Writes and cries to somebody who, she expects, is not you.


Talking to you, everybody.


Would you still believe me after all this time?

10 Aralık 2010 Cuma

Breakfast at Tiffany's

"...You know what's wrong with you, Miss Whoever-you-are? You're chicken, you've got no guts. You're afraid to stick out your chin and say, "Okay, life's a fact, people do fall in love, people do belong to each other, because that's the only chance anybody's got for real happiness." You call yourself a free spirit, a "wild thing," and you're terrified somebody's gonna stick you in a cage. Well baby, you're already in that cage. You built it yourself. And it's not bounded in the west by Tulip, Texas, or in the east by Somali-land. It's wherever you go. Because no matter where you run, you just end up running into yourself."

It's wherever you go. Sen "sen" oldukça.

Yol

Gece yarısı çalan telefonda, aradığım kişi geçmişim. Neden bilmiyorum, bir yandan insanların hayatımdan çıkmasına ölesiye engel olmaya çalışırken, bir yandan birilerini  fark etmeden umarsızca arkamda bırakıyorum. Bazen gereksiz yere koşuyorum kimileri için; koşarken bile bile orada bulunmamam gerektiğini. Bu telefon konuşması yanaklarımın kızarmasına neden oluyor. Doğru insanın telefondaki olduğunu anladığım zaman kınıyorum kendimi. Özür dilemek kimi zaman yetersiz. Bugün yetsin diye umuyorum.

Kumsalda kumları toplardım küçükken, ellerimle ileri doğru iterdim. Sonra bir kısmı ellerimin üstünden geçip geride kalırdı. Keşke kalmasalardı. Neleri kaçırıyorum daha kim bilir? Kalbim herkese yeter gibi oysa. Herkesi sevebilirim düşünmeden. Herkesi değil aslında. Sevmeyi yakıştırdıklarımı, geçmişimde bugünümde. Bir de yarın var. İnanmasam da yarına.

Ben yazarken aklımda türlü türlü düşünceler oluyor, ellerime gelene kadar kılcallarda yok olan. Onlar fark ediliyor mu? Umut doluyum. Çok mutlu. Peki sizce korkmuyor muyum?

Büyü

26.

büyülendim ben
yanıma kimse gelmesin benim
sabah yıldızından başka


Çok mu kendimim hala?

9 Aralık 2010 Perşembe

Dur

İnan Selimiye'nin minareleri gibisin
Her seferinde başka yoldan çıkılır nirvanaya

Cemal Süreya
--

Uyu ama artık. Gözlerinin uykusu var. Dizeler kaçmıyor ya!

Ya an? Bu an.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bu Kez

Sweet November'ı al, üstüne biraz aralık ekle. Silinmiş hatıralar tadını versin bırak. Bilmediğin renkte sözcükler bul, serp şuursuzca. Buharlar tanıdık bir yüze dönüşsün duvarda. Sonra sular damlasın üstüne. Ağla sen. Biraz daha ağla, ta ki yanağından akanın gözünden geldiğini unutana kadar.

İklimler hep bu kadar sert mi değişir?

Düşün

Tanım üstüne tanım. Asıl böyle parçalardayım.

Ağırdan Sonra

Şiirler dönüp duruyor zihnimde. Kimi hep yüzeyde tuttuğum, kimi bilerek/bilmeyerek derine ittiğim dizeler bunlar. Belki, beni yazmaya iten ne varsa, geçmiş günü geleceğe bağlayan bu saatlerde dökülebilmek için var. "Gece yarısını yaşamaktan yorgunum" desem bile ne fark eder; gece yarısını da yaşayacağım, yorgunluğu da. Sormaya korksam da, ben istemedikten sonra mümkün mü tutsaklık? Gönülsüz olmasa gerek bu. Yüzdürmek istediğim kağıttan kayıklar benim eserimse, dibi boylattığım ağırlıklarda da var benden bir parça. Bırakmalı peşini dizelerin. Zaman, yola çıkılırkenki beklentisizlikle yok olma zamanı. Yeni sonsuzumda.

7 Aralık 2010 Salı

Ağır

"sen kendine yetmiyorsun
hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta"


Oysa ben kendime yetiyorum sanıyordum ve başkalarına. Eğer onlar hep "biraz daha" istemeselerdi.

Kaldı ki... Hep bitirmek zorunda mıyım? Çıkmaz sokaklara, ara yollara girmem ana yolun güveninden vazgeçtim demek değil. Sadece görmek istiyorum. Başka bir hava solumak. Düşünmeden paylaşmak. Yanlışsa tepki böyle gösterilmez, kanasın ayağım bir, öğrenirim. Her zar doğru oynanmalı diye bir kuralım yok. Yenilmek de var gözlerde.

Önce yargıladığını düşün gerçekten, bencilliğinden, aç gözlülüğünden sıyrılarak.

Sonra gel, istediğin kadar konuşuruz.

İstersen, ben konuşurum.

Uyuyakalana kadar dinlerim bile.

Yeter ki izin ver ben kalmama.

Haftanın Misafiri (HIMPH)

Sisifos


Sıkıntı. Adapte olamayanların aslında olmak istemeyenlerin genel sorunu. Bu bir cafede arkadaş muhabbetinden sıkılmak ya da yapacak işi olmadığından ötürü sıkılmak değil. Bu hayattan sıkılmak ve burada, orada, bir yerlerde harcadığın her bir saniyeden sıkılmak. Her gün aynı türle olmanın yarattığı rutin değil bu. Bakmaktan, tatmaktan ve duymaktan sıkılmak. Her hücrenle var olmaktan sıkılmak. Hacminden rahatsızlık duymak. Dünyanın absürdlüğünün farkına vardığında ne yapmalıydı bir insan? İçindeki peygamber ömrünü tükettiğinde, fanatizm yok olduğunda ya da superegosu her baktığı canlıda biraz daha kaybolduğunda ne yapmalıydı? Yeni amaçlar yaratmak, yoktan var etmek, zor değil sadece anlamsız. Bir göz sadece bir organ ama bakıyor ama görüyor, tek istediğim kör olması. Bakmasın, görmesin, bana anlam yüklemesin, karşılık beklemesin. İçimdeki tanrıyı beslemesin. Her yeni doğan anlamsız, en az çöp olanlar kadar yok olmayı hak eden. Var ettiğimiz gibi yok edebilir, var olduğumuz gibi yok olabiliriz. Öyleyse neden hala bakıyoruz?

Ezgi Yıldız

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Daha Bana Benzeme Angel

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca cesedime yağdı

bana bir şey olursa diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
düşünürken üşürsem diye korktum
oturup siyah portakallar yedim
oturup korkunç kitaplar okudum
içimde bir sıkıntı gibi cinayet
içimde bir sığıntı gibi telaş
içimde felaket gibi bir merak
hislerimin uzağına düştüm, şimdi çok üzgünüm
şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
daha da düşersem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
ay kıvrılırsa diye
kan kıvranırsa diye
can sıçrarsa ölürken bir yerlere,
daha da ölürsem diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
sessem, sersem bir heceysem eğer
seni bir kelime edersem diye korktum
seni kötü bir cümlede kullanırsam
adını söylerken takılırsam, yalnış telaffuz edersem
böyle bir günah işlersem
tanrı affeder diye korktum

yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca bu şiire yağdı

sağol aşkım
sağol kırık kolum, kesik bileğim, kırık yüzüm,
kesik geleceğim, kırık sonsuzluğum

her şeye rağmen
yağmura bulanmış, güzel bir yazdı...


Küçük İskender

5 Aralık 2010 Pazar

Hafıza

Sen beyaz bir kadınsın, uzaktaki
Gözlerin aklımdan çıkmıyor
Sen beyaz bir kadınsın karanlıkları dinleyen, uzaktaki
Sarmaşıkları duyuyor musun rüzgarda
Yorgun başını üşümüş yastığına koyuyor musun,
Uyuyor musun?

Uzakta kalmak çekici, değil mi? Hayale olanak sağladıkça; köprüleriyle, vapurlarıyla bu şehir beni kendine daha çok bağlıyor. Yağmurdan korkmuyorum; ama karın sesinde bembeyaz huzuru dinleyebiliyorum. Eksiği kar mı yalnızca İstanbul'un? Gözler aklıma geliyor hem... Gözlerime bakmasalar da ne kadar, o kadar aydınlığı gökyüzüne uzanıyor sevginin. Demek ki düşmem hala, hele her akşam kapım çalınıyorken, heyecanla. Umduğumu bulamama korkum bir anda yok oluyor, karşılaştıklarımda; eğer beklentilerim Sarayburnu'na kadar ulaşmıyorsa. Telaşla yağmurdan kaçmayı öğrenmedim daha, elimden tutanım oldu hep. İyi ki. İyi ki geçmişime sarılma cesareti var içimde böyle. Göğün mavisinde çaldığım bütün kuşları çekinmeden hediye edebiliyorum iyi ki.
Edebiliyor muyum?

"İyimserlik" nedense yakışmamış Attila İlhan. Bunu daha sonra konuşuruz.

Rüya

Gerçeküstüyse yansıyan, hangi yaşam niye sırtlansın ki yükünü?

4 Aralık 2010 Cumartesi

Chat

Bilinmedik yollara beraber girmenin güveni bir başka. Destek almasam düşeceğim değil de, elimden biri tutunca daha sağlam basıyorum adımlarımı. Yalnız olmadığımı bilmek, sabah akşam "ben"den başka bir şeyler düşünmek huzur veriyor.
Ekonomi vizesi bile.

3 Aralık 2010 Cuma

İnce Çizgi

Uzun bir hikaye bu; ışıklar söndükten sonraki karanlıkta seyircilerin yerleşmeye çalıştığı ya da ekranda buğulu beyaz çerçevenin belirmeye başladığı saniyelerden bile daha az zaman bırakan hazırlanmaya. Uzadıkça uzun loşluğunda, andan kısa, tanımlarla aydınlatmaya çalıştıkça. Parlamamışlığınca yakın patlamaya ve sonra sönmeye, kendi yangınında. Hayır, kısa bir hikaye bu. Sessizi unutan pandomimci kadar yersiz, alt üst eden ne varsa –aslında- yerli yerinde, sesiyle en eşsiz.


Kumsuz, kumdan kalesiz.

2 Aralık 2010 Perşembe

Gece Yarısı Kuş Cıvıltısı

"bil ki unutulur her şey
yazmayınca kağıda
yaz ki yenilensin senle
tarih olmak boşuna"


Tesadüf mü? Sırada(n) bir yırtık gibi kahve tozunda. Çil çil bakınsam, ağlasam, ağlasam, ağlasam. Öğlen uyanıp, gece saçmalasam. Bağlantı kuramasam.

Belki uyku düzenimin değiştiğini fark eden beyin hücrelerim beni bilinçsizce protesto ediyorlardır bugün. Belki de gülerken havasız kalmışlardır. Gülmek demişken.. Çok özledim şöyle bütün kaslarım ağrıyıncaya kadar kahkaha atmayı, kahkaha atarken sesimi duymayı, mutlu filmimin başrolünde oynamayı.. Hanım hanımcık olmamayı, abartmayı. Elementary school'u özlemekten farklı olarak, bunu tekrar yaşamak da istiyorum. Küfürle rahatlayıp, onun gibi huzursuz olmak sonra da. Bir de sabahlamak, uyuyakalma riskine rağmen sabaha kadar paylaşmak. Makarna yemek gibi. Canım çok çekti, ruhum da acıkamaz mı yani?

Kimin ne zaman, hangi koşullarda okuyacağını bilmeden yazmak çok tuhaf geldi. Kime hitap ettiğimi bilmiyorum ne de olsa. Günlüğüm gibi saklamıyorum kimseden, aksine okunacağımın farkındalığıyla içimi döküyorum. Kimi zaman kendimce şifreler kullanıyorum (gizemliymişim hissi uyandırmak için, içimde "farklı" bir cevher var mesajı vermek için -birilerine mesaj vermek istiyorumdur belki de bilinçaltım kaynaklı-) kimi zaman da "Amaan! Gizlim saklım kalmasın, özelim olmasın ki büyümesin içimde hiçbir sorun." diyorum yazarken. Ya sen, sevgili okuyan? Merakından mı bakıyorsun şu an ekrana, yoksa el alışkanlığı mı? "Bir bakayım yeni bir şey var mı kızların blogunda" mı diyorsun, yoksa "hazır bilgisayarı açmışken gezineyim bildiğim sitelerde" mi? Sağ gözümün hemen altında mikroskobik karıncalar geziniyormuş gibi geldi şu an, sana da oldu mu? Bir anda yüzümün farklı yerleri kaşınmaya başladı; ama klavyeyi bırakmamı gerektirecek kadar güçlü değil. Beklersem, azalarak yok olabilir hepsi kısa zamanda. Cevabını duyamayacağımı, öğrenemeyeceğimi bilsen de sessizce yanıtladın mı az önceki sorumu? Ya bunu?

Birinden, bir şeyden çok etkilendikten sonra "yeni"yi kabullenmek neden bu kadar zor ki? Kabulleniyorsak, bir öncekini sindirdik demektir -ki bu da o kadar iç açıcı değil. Duyguların tecrübeye dönüşmesi, sütün mayalanmasına benziyor. Hazır yoğurda çok alıştığımızdan bu geçişin tadını sevmiyoruz sanırım. Çoğul konuştuysam seni düşünerek değil, ben ve içimdeki specialized versions of me, for different situations. Anladın sen onu. Bunu derdin, itiraf ediyorum, hiç anlamadım seni.

"O kızcağızı bir gün unutacağımı biliyorum, Maria."