30 Ocak 2011 Pazar

yüksek

saçlarına uzanıp sen
düştüğünde ayak uçlarına
karga kanatlandı öteki balkona
bir tülün kapanışı vardı
iki elin duruşu şaşkın bir omuzda
ve yıldızlar, sokakta dökülmüş gibi...

sen bir şeyler mırıldandın
karga uçtu ve gitti
birkaç kez oldu bunlar
bir daha olmadı
hepsi bu kadar

Zeynep Sayın

24 Ocak 2011 Pazartesi

Büyük Söz

Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti;
Dereden akan su, ovada esen yel gibi.
İki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok:
Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.

Bir Varmış Bir Yokmuş

Çocukluk masumiyet çağı olduğu kadar şiddetin de çağı; ama sonuçları hesaplanamadığı için masum kabul edilebilecek bir şiddetin. Phillippe'in çocukluğu da olsa, Nemeçek de olsa söz konusu; çocukluk ortak bir paydada topluyor belli duyguları. Bağlanmanın, bir şey uğrunda ölebilecek olmanın çağı. Coşkunun, heyecanın. Sonra geride bırakıyoruz tüm bunları. Aşırılıklardan kaçınmayı öğreniyoruz. En küçük heyecanımızı bile maskelememiz gerektiğini tembihliyor içimize çoktan yerleşmiş bir ses. Saklanması gereken bir şey halini alıyor o coşku, o heyecan. Katı olmamız gerekiyor; duygu geçirmez bir duvar olmamız. Hareketlerimiz sıradanlaşıyor; çünkü onlardaki en ufak yabancılık bile yetiyor tehlike çanlarını çalmaya. "Çocuklaşmak" ayıplanıyor ve ne ağlayabiliyoruz ne gülebiliyoruz içimizden geldiği gibi. Kimseler istemiyor bilmedikleri sulara açılmayı, yalnız bırakılıyoruz farklılaştıkça. Yalnızlıktan da korkuyoruz. Duygularımıza, mimiklerimize yansıyor korkumuz ve olmayı istemediğimiz halde olması arzulanan oluyoruz yavaşça. Kibar bir gülümsemeyle ortayı buluyoruz, uçlardan kaça kaça.

Oyunlar savaşlara, masallar trajedilere dönüşürken bir de bakmışız ki büyümüşüz.

21 Ocak 2011 Cuma

Padam Padam

Düşte mi, şarkılarda mı? Yoksa üzerinde oyun oynanabilecek küçük bir toprak parçasında mı bulmalı onu? Tek kural, soru sormamaktır belki; soru sormadan yalnızca "öyle olması gerektiği için"i hissedebilmektir. Andır. Yokluğunu hissettiğimizde içimize dolan hüzünden yeniden doğabilendir ya da tüm hücrelerimizi kaplamışken bile duyabildiğimiz hafif burukluktur.
Zamandır, her haliyle. Ellerimizle, yüreğimizle kavramak istediğimiz ya da gözlerimizi sıkı sıkı kapayıp geçmesini umduğumuz zamandır.

Kaybedilebilir; ama hep geri gelir.

20 Ocak 2011 Perşembe

Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden


Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
açlıktı, susuzluktu demiyorum
sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil
giderilmesi imkansız bir şey
ne sevinç ne keder
şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz
içimdeydi dışımdaydı
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan
hasretten gayrı

Nazım Hikmet

18 Ocak 2011 Salı

"Neden"

Bu kadar karşılıksız kalmayı hak etmiyordum. Bir yük bindi omuzlarıma, adının arkadaşlık olmasından korkuyorum. Halbuki hep benim, değer, diyen. An gelir, insan durur, inancını sorgular. İnanmanın hep böyle çelişkili bir yanı var. Kalbinden geleni elinle tutamadığından gerçekliğini kabul etmek zor gelir. Somut bana her zaman güven vermese de, kum gibi gidebilir sonuçta, ben neredeyse ilk kez hislerime dokunmak istedim; çünkü şimdi kaldıramıyorum. Kendimden verdiğim ödünlerin hesabını tutacak değilim; ama "neden"lerimden en azından birine cevap alabilmek istiyorum. Bencil miyim? Kimseye, bencil olduğunu içimde bir yerlerde delicesine savunduğum insanlara bile böyle bir sıfatı yüklemek istemiyorken, kendime neden yapayım? Kendime haksızlık yapmaktan korkmamalı mıyım? Belki de önceliklerimde bazı oynamaların zamanı geldi. Belki de elinden tuttuğum kişiler için yardımcı olamayacağım bir merdiven örneği geldi. Bu geçiş anını hayal edemediğim için bırakamadım kimsenin elini; ama ben böyle yaptıkça başkalarının fırsatlarını ellerinden almıyor muyum? Bu, inancımın yeni ikilemi.

Hep isterim ki yanımda olan huzur bulsun, yüzü gülsün sayemde. Bunu başarmak için çabalarım ben, öyle işte. Ya değerini bilmezse? Ya bilir de bana hiç göstermezse? İşte burada, kum olsun, somut olsun diyorum. Aynen böyle.

HIMPH-2

Untitled

Şu sigaralar gibi biriktiriyorsun insanları ahçin. Kimini, durakta beklediğinden erken gelen otobüse binebilmek için yarım bırakmak zorunda kalıyorsun. Söndürmeye bile fırsat bulamadan, arkasından üzüldüğün halde sırf gitmek arzusuyla terk ediyorsun. Kimini son tütününe kadar içine çekip acımasızca ama için acıyarak ayağının altına eziyor, yenisini yakıyorsun. Her birini tüketiyorsun, teker teker. Her seferinde aynı heyecan ve istekle yaktığın o ateş ciğerlerine çarpıyor. Her birinin kokusu sinmiş ruhunun parçalarına, teker teker. Ve aldığın her nefeste farklı bir insana dönüşüyorsun. Hepsine yetecek kadar açlık var içinde. Gözlerindeki dumana bütün dünyayı sığdırmak istiyorsun. O paketi akşama sakla, diyorum. Tasarruflu tüketmek gerek. Yararını, zararını düşünecek halde değilsin ahçin, bağımlılık bu. Hangi filmde izledin, hangi kitapta okudun tüm bunları? Küçükken biriktirdiğin kartpostallar mı, atmaya kıyamayıp bir köşede sakladığın yenmiş şeker ambalajları mı alıştırdı seni? Bilmiyorum. Dönüş yok bundan sonra. Akşam oluyor.


Ellerim titriyor, yak bir sigara ahçin.

Korkuyorum kendimden.


Davetsiz Misafir

16 Ocak 2011 Pazar

"Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni"

Kim bilir, belki Tanrı'nın bile hesaba katmadığı bir şeydi bu..

15 Ocak 2011 Cumartesi

Her Şeyi Döktüm Küf Kaldı

Önceki yazılanlara bakıp, "Aa! Bunun burası güzel olmamış." dedikten sonra "Ama yok biz geri dönmeyiz"i ekledik az önce; belli ki güçsüz görünmek korkutuyor. Halbuki asıl neden, yaşadığımız, deneyim diye cebimize koyduğumuz her şeyi sahiplenecek kadar hoşgörümüz olması. Keşke'den çok iyi ki demeyi öğrenme sanatının bize kazandırdıkları bunlar. İyi ki yapılmış geri dönüşü olmayan hataları ve iyi ki kabullenmişiz her birini. Korksak da artmalarından..


O zaman, "kimse kaçamaz keyfinden" simite, beyaz peynire, çaya gelsin.

14 Ocak 2011 Cuma

Bir Şeyi Çok Söyleyince Anlamını Yitirir Ya

-Yazamadım, ne yazayım?
-Uykumda naz yapmayı çok seviyorum.
-Uykuna?
-Uykumda.
-Uykuna naz yapmazsın zaten, hemen kabul edersin.

11 Ocak 2011 Salı

Recipe

En güzel seneyi geride bıraktıktan sonra yeni yılı ancak ilkbaharın hayali paklar. Şimdi ancak çalışmaktan kaçmanın göstergesi olan bu entryler, birkaç hafta içinde daha çok anlam kazanacak, eminim. Yine de 'meşgulken her şeye zaman bulunur'un sonuna kadar arkasındayım. Zamanı boşa geçirmemenin verdiği mutluluk, küçücük dilimleri doldurmaya itiyor insanı tüm bulduklarıyla. Her hayalden bir tutam alınca, güzel bir tarif çıkıyor ortaya -henüz tamamlanmamış da olsa.
Her şeyin bir zamanı var. Tadı damakta kalacak anılara ulaşabilmek için şimdi kışı yaşama zamanı.

Afiyet olsun!

10 Ocak 2011 Pazartesi

Skype

Yar saçların lüle lüle...

7 Ocak 2011 Cuma

'Sarı Sayfalı'da Eskiyen

Gözlerin

Düşlerin parlayıp söndüğü yerde
Buluşmak seninle bir akşamüstü
Umarsız şarkılar dudağımda bir yarım ezgi
Sığınmak, şarkılara sığınmak bir akşamüstü

Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi

Bir orman, bir gece kar altındayken
Çocuksu, uçarı koşmak seninle
Elini avcumda bulup yitirmek, yitirmek
Sığınmak, ellerine sığınmak bir gece vakti

Ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken

Bir kenti böylece bırakıp gitmek
İçinde bin kaygı bin bir soruyla
Bitmemiş bir şarkı dudağımda bir yarım ezgi
Sığınmak, şarkılara sığınmak bir ömür boyu

Gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış
Gözlerin bu gece çok uzaktan geçen bir gemi
Ellerin bir martı, telaşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken

"Tragic History Repeats Itself"

Yoğunlaştırılmış zaman dilimlerini seviyorum, konsantre deterjanlar gibi içimdeki tüm lekeleri daha az ama öz hızda çıkarabiliyorum. Bu demek değil ki finaller varken siyah giyinmekten vazgeçiyorum! Renkleri hayallerimde arıyorum, kimi zaman İspanya'da aylak aylak sokaklarda kimi zaman paylaşılmış bir öyküdeyim. En güzeli yalnız olmamak en zor anda, yeni kelimeler üretirken kulaklarımızın aynı anda donması soğukta. Zorluklar yaşanır, geçer biliyorum. Öğretilmiş olmanın acısı ve gururunu beraber tatmayı tuhaf bulsam da egoma yenik düşüp bunu da anlayışla karşılayabiliyorum. Bilinçli yaşamanın yarar ve zararlarını aynı anda gözlemlemek gibi, her hissin/söylenenin farkında olmak hayatın sihrini fazla gerçekçi kılsa bile "en azından"larla tutunabiliyorum hala, post-war etkisiyle nation'a nasıl tutunmuşlarsa. Tabii öte yanda cosmopolitan multiculturalism var, inkar etmemek lazım. Hatta yalnız kelimelere saygı duysam, gereğinden fazla anlam yüklemiş olurum, o kadar. Kozmopolit dünyanın gerekleri arasında modern sanatın "olduğu yerde bırakma" amacı, belki de aracı yer alıyor çünkü benim dünyamda. Kabul edene.

5 Ocak 2011 Çarşamba

İki Yabancı

Şimdi ben başlıyorum, o devam edecek.

Hikayemizin karakteri bir yabancı. Kaldırımda yürürken ayaklarının ritmiyle umutlanan, sevdiği şarkılara adım yakıştırmaya çalışan, bu sırada içinden daha önce hiç duymadığı bir dille kendine kimsesiz hikayeler anlatan, Berla. Biriktirdiği hikayelerini kimselere emanet etmiyor Berla; karşılıksız olmayacağını bilse de uzaklaşamıyor onlardan, o bambaşka dilin hayat verdiği şarkılardan uzaklaşamadığı gibi. İçinde oluşturduğu gürültü, İstanbul'un sesini acımazca bastırıyor. Tam bu sırada önündeki ayak sayısı dörde çıkıyor. Ürkek gözleri büyüdükçe gölge düşüyor sesine şarkısının. Tekrarların yerleşmişliği onu kafasını çevirip bakmaya zorlasa da; hikaye onun hikayesi, aldırmıyor. Sonra bir an geliyor, bulutlar hızla toplanıyor tepesinde. Koyu griye bürünürken etraf, yağmurun kendinden rol çalmasına izin verip vermemekte kararsız, yürümeye devam ediyor Berla. Eğer hızlanmazsa; onu görecek, farkında değil. Her zamanki gibi yapmak istedikleriyle yapması gerekenler çelişiyor. Kalbi -inadına- ıslanmak istiyor ve her zamanki gibi kazanan(?) o oluyor. Bir, iki... Damlalar önce saçlarında, sonra alnında ve nihayet kirpiklerinde. Görüyor.
Damarlarındaki bu hızlı dolaşım, onu içine daha da derinlemesine yayıyor. Geçmişin izleri paslanmış karıncalar gibi, ellerinde beliriyor. Gözler değişmez, hele bakışlar... Bu kadar aynı kalabilir mi sahiden? "Aşk. Tekrar hoş geldin, en davetsiz misafirim. Güneşin sıcaklığında ya da damlaların ıslaklığında, ne fark eder? Yine sensin, karşıma çıkan, gözlerimi kaçırmaya çalıştığım köşe başlarında." Duruyor Berla; bu sefer hiç kaçırmadan gözlerini. Sessiz, sebepsiz. İçindeki şiddetli depremi hafifçe titreyerek açık eden (ya da gizleyen) elleriyle ne yapacağını bilemeden duruyor. Söyleyemediği sözcükler geliyor dilinin ucuna, onca zamanın ardından hâlâ onun gözbebeklerinde kendini arıyor. Bundan beş dakika önce dört ayakta takılıp kalsaydı, şimdi bu alevlerle sarsılmayacaktı yüreği. Hafif bir öksürük sesi, yaklaşan ayak sesleri. Değişime kapılmadan nasıl bu kadar koruyabilir kendini bir şeyler bu dünyada? O ana kadar hızlı atılmış adımların ilerleyişi, kendi hizasında son buluyor.
-Favorin küf rengi mi hâlâ?
-Eğer sen hâlâ ilginç buluyorsan.

-Bir adım daha?
-Olur; ama yönü benim belirlememe izin verme.

-Madem öyle diyorsun... Deniz, kenarında bizi ağırlamak için çırpınıyor zaten, baksana.
-Hem de tam bu rengindeyken hava.

-Ah, bu rengi havanın...
Çok özlemişim seni.

-Ben... Zorluyorum hafızamı. Ama yok, önceden bu anlamıyla kullandığım bir "ben de" yok içimde. Söylesem?
Ben de.

"Kokusunu içime öyle bir çeksem ki az sonra ellerimden kayarken yine gözlerimden akacak yaşları engellese bir olup tüm bedeni. Gitse bile bırakmasa içim onu. Böyle, işte tam böyle sımsıkı sarılsam, hayallerimin hayalliğine inat, gerçeklerde bulsam onu. Tıpkı nefes gibi. O yaşatsa beni, bunca zaman uzaktan olduğu gibi. Yerinden çıkacak kalbim. Ya ellerim? Onu buldukları için mi ısındılar bir anda?"

Uzun sürdü sessizlikleri, içlerindeki gevezelikleri. Derin değildi; biri dudaklarını kıpırdatsa diğerininkinden dökülüverecekti sözcükler. O kadar kırılgandı; ama kırılmadı. Birikmişlik kopkoyu kaplamıştı her iki yüreği de. Özlemin tek bir öze indirgediği düşünüş, bu sisin ardında tamamlanmayı bekledi.

-Sensiz günlerim, bir kaplumbağa ıslığı gibi. Yavaş, duyulmaz, dokunmaz bir dünyanın zorluklarında ben hep en yalnızım. Şimdiyse aradığım kutunun kapağını açtım, içindeki boşluğu gördüm. Bu boşluktan kaçamayacağımı biliyordum. Anlamı hiçbir zaman bulamayacağımı, biz öylece bitiverdikten sonra. İlgisiz düşler gibi kelimeler yan yana sıralandı, şimdiden farksız, bir türlü bulamadım neyi nasıl ifade edeceğimi. Bendeki seni kime neden göstereceğimi.
-Kapı eşiğinde durmak gibi bu, aitliğini çözemediğim bir geçmişi tutarak ellerimde. Dört duvar arasındaki tortuyu görmezden gelmektense, duvarları yıkıp enkazda kaybetmek istedim varı yoğu. Ellerim titriyor, düştü düşecek ne yaşandıysa. Şimdiyi ise o yıkıntı içinde hiç hasar görmemiş bir aynadan yansıdığı haliyle görüyorum; sendeki beni.
Berla gözlerini utana sıkıla kaldırdı, kendini buldu bir anda. Neden sonra, bir ruh ayrıldı bedeninden, yeni yola eski patikadan çıkılmadığını öğütleyerek ona. Yapamayacağını fark etti. Bu tam bir dehşet anıdır: Eller dile tutsaktır, sıcaklığını yalnız kalbinizin terlemesiyle durdurabilirsiniz.

-Kabul edelim: Bu şiir ikimizi de yordu hep. Yıpranmaya değer sevgi; ama ya takatimiz kalmadıysa? Belki de gerçekten bitmeli, bir nefesle "Hoşça kal!" denebilmeli.(Nefesini içine çekti.)

Susuyor Berla. Onunla, onsuz. Rüzgara karışan yağmur, griyi havadan çalıp ruhlarına dağıtırken aklına geliyor deniz. Kenarındakilerle birlikte veda ediyor ona uzaktan, sanki en başından beri biliyordu ona kadar gidemeyeceklerini. Şimdi onun gözlerinde. Kalmak istiyor; ama hoşça olması için taksiyi durduruyor.

Kapıyı açarken nefesini veriyor, bir dram bitiyor.

Onları yalnız, yalnız umut paklar artık.

4 Ocak 2011 Salı

Politika

Göz kapaklarım, nasıl kırdınız direncimi, hayranım.

ps. saçmalamak hakkımdır.

Silinmiş Yıldızlar

Şeyh fahişeye demiş ki: Utanmaz kadın;
Her gün sarhoşsun, onun bunun kucağındasın.
Doğru, demiş fahişe, ben öyleyim; ya sen?
Sen bakalım şu göründüğün adam mısın?

3 Ocak 2011 Pazartesi

Doğmak İçin

Sevgili 2011,

Umarım, benden elimden gelenin fazlasını beklemezsin.

Tırnaklarımı yemeyi bırakmayı ben de istiyorum elbette; ama bu göründüğü kadar kolay değil. Bunu başarabilmem için önce yürekten inanmam lazım yapabileceğime, içimdeki ses "Dur!" derken ciddi olmalı, elime her bakışımda "Alışkanlıklar, özlenir." dememeyi öğrenmeliyim. Dışarıdan kötü görünen şeyler, içeride bana güç veriyor olabilir ayrıca. Kimin ne düşündüğünden çok kendimle olan barışıklığım bugünü kurtarmamı sağlayacak, biliyorum. Ben tam bunları yazarken Michelle Featherstone- Coffee & Cigarettes çalması da pek ironik oldu. I must quit you, right. Dedim; ama bunun zorluk derecesine 9 veriyorum.
Şarkıların rastgele modda olması tuhaf geldi bayağı, yoksa Radiohead'den Just'ı açmazdım, o sözler yardımıma koşmazdı tam bu anda.

"You do it to yourself, you do
And that's what really hurts"

Tüm alışkanlıklarım, aramızdaki çizgiyi unutmamak dileğiyle, gelin beraber "Hoş geldin!" diyelim yeni yıla. Ne seninle ne de sensiz, sonuçta.

Umarım umduğumu bulurum.

Buluruz, hep birlikte.