5 Ocak 2011 Çarşamba

İki Yabancı

Şimdi ben başlıyorum, o devam edecek.

Hikayemizin karakteri bir yabancı. Kaldırımda yürürken ayaklarının ritmiyle umutlanan, sevdiği şarkılara adım yakıştırmaya çalışan, bu sırada içinden daha önce hiç duymadığı bir dille kendine kimsesiz hikayeler anlatan, Berla. Biriktirdiği hikayelerini kimselere emanet etmiyor Berla; karşılıksız olmayacağını bilse de uzaklaşamıyor onlardan, o bambaşka dilin hayat verdiği şarkılardan uzaklaşamadığı gibi. İçinde oluşturduğu gürültü, İstanbul'un sesini acımazca bastırıyor. Tam bu sırada önündeki ayak sayısı dörde çıkıyor. Ürkek gözleri büyüdükçe gölge düşüyor sesine şarkısının. Tekrarların yerleşmişliği onu kafasını çevirip bakmaya zorlasa da; hikaye onun hikayesi, aldırmıyor. Sonra bir an geliyor, bulutlar hızla toplanıyor tepesinde. Koyu griye bürünürken etraf, yağmurun kendinden rol çalmasına izin verip vermemekte kararsız, yürümeye devam ediyor Berla. Eğer hızlanmazsa; onu görecek, farkında değil. Her zamanki gibi yapmak istedikleriyle yapması gerekenler çelişiyor. Kalbi -inadına- ıslanmak istiyor ve her zamanki gibi kazanan(?) o oluyor. Bir, iki... Damlalar önce saçlarında, sonra alnında ve nihayet kirpiklerinde. Görüyor.
Damarlarındaki bu hızlı dolaşım, onu içine daha da derinlemesine yayıyor. Geçmişin izleri paslanmış karıncalar gibi, ellerinde beliriyor. Gözler değişmez, hele bakışlar... Bu kadar aynı kalabilir mi sahiden? "Aşk. Tekrar hoş geldin, en davetsiz misafirim. Güneşin sıcaklığında ya da damlaların ıslaklığında, ne fark eder? Yine sensin, karşıma çıkan, gözlerimi kaçırmaya çalıştığım köşe başlarında." Duruyor Berla; bu sefer hiç kaçırmadan gözlerini. Sessiz, sebepsiz. İçindeki şiddetli depremi hafifçe titreyerek açık eden (ya da gizleyen) elleriyle ne yapacağını bilemeden duruyor. Söyleyemediği sözcükler geliyor dilinin ucuna, onca zamanın ardından hâlâ onun gözbebeklerinde kendini arıyor. Bundan beş dakika önce dört ayakta takılıp kalsaydı, şimdi bu alevlerle sarsılmayacaktı yüreği. Hafif bir öksürük sesi, yaklaşan ayak sesleri. Değişime kapılmadan nasıl bu kadar koruyabilir kendini bir şeyler bu dünyada? O ana kadar hızlı atılmış adımların ilerleyişi, kendi hizasında son buluyor.
-Favorin küf rengi mi hâlâ?
-Eğer sen hâlâ ilginç buluyorsan.

-Bir adım daha?
-Olur; ama yönü benim belirlememe izin verme.

-Madem öyle diyorsun... Deniz, kenarında bizi ağırlamak için çırpınıyor zaten, baksana.
-Hem de tam bu rengindeyken hava.

-Ah, bu rengi havanın...
Çok özlemişim seni.

-Ben... Zorluyorum hafızamı. Ama yok, önceden bu anlamıyla kullandığım bir "ben de" yok içimde. Söylesem?
Ben de.

"Kokusunu içime öyle bir çeksem ki az sonra ellerimden kayarken yine gözlerimden akacak yaşları engellese bir olup tüm bedeni. Gitse bile bırakmasa içim onu. Böyle, işte tam böyle sımsıkı sarılsam, hayallerimin hayalliğine inat, gerçeklerde bulsam onu. Tıpkı nefes gibi. O yaşatsa beni, bunca zaman uzaktan olduğu gibi. Yerinden çıkacak kalbim. Ya ellerim? Onu buldukları için mi ısındılar bir anda?"

Uzun sürdü sessizlikleri, içlerindeki gevezelikleri. Derin değildi; biri dudaklarını kıpırdatsa diğerininkinden dökülüverecekti sözcükler. O kadar kırılgandı; ama kırılmadı. Birikmişlik kopkoyu kaplamıştı her iki yüreği de. Özlemin tek bir öze indirgediği düşünüş, bu sisin ardında tamamlanmayı bekledi.

-Sensiz günlerim, bir kaplumbağa ıslığı gibi. Yavaş, duyulmaz, dokunmaz bir dünyanın zorluklarında ben hep en yalnızım. Şimdiyse aradığım kutunun kapağını açtım, içindeki boşluğu gördüm. Bu boşluktan kaçamayacağımı biliyordum. Anlamı hiçbir zaman bulamayacağımı, biz öylece bitiverdikten sonra. İlgisiz düşler gibi kelimeler yan yana sıralandı, şimdiden farksız, bir türlü bulamadım neyi nasıl ifade edeceğimi. Bendeki seni kime neden göstereceğimi.
-Kapı eşiğinde durmak gibi bu, aitliğini çözemediğim bir geçmişi tutarak ellerimde. Dört duvar arasındaki tortuyu görmezden gelmektense, duvarları yıkıp enkazda kaybetmek istedim varı yoğu. Ellerim titriyor, düştü düşecek ne yaşandıysa. Şimdiyi ise o yıkıntı içinde hiç hasar görmemiş bir aynadan yansıdığı haliyle görüyorum; sendeki beni.
Berla gözlerini utana sıkıla kaldırdı, kendini buldu bir anda. Neden sonra, bir ruh ayrıldı bedeninden, yeni yola eski patikadan çıkılmadığını öğütleyerek ona. Yapamayacağını fark etti. Bu tam bir dehşet anıdır: Eller dile tutsaktır, sıcaklığını yalnız kalbinizin terlemesiyle durdurabilirsiniz.

-Kabul edelim: Bu şiir ikimizi de yordu hep. Yıpranmaya değer sevgi; ama ya takatimiz kalmadıysa? Belki de gerçekten bitmeli, bir nefesle "Hoşça kal!" denebilmeli.(Nefesini içine çekti.)

Susuyor Berla. Onunla, onsuz. Rüzgara karışan yağmur, griyi havadan çalıp ruhlarına dağıtırken aklına geliyor deniz. Kenarındakilerle birlikte veda ediyor ona uzaktan, sanki en başından beri biliyordu ona kadar gidemeyeceklerini. Şimdi onun gözlerinde. Kalmak istiyor; ama hoşça olması için taksiyi durduruyor.

Kapıyı açarken nefesini veriyor, bir dram bitiyor.

Onları yalnız, yalnız umut paklar artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder